Tarih :14.12.2013
İSLAM İBADET ESASLARI İLH1002u- KISA AÖF DERS ÖZETİ - 2013 KREDİLİ SİSTEM ÇAN EĞRİSİNE UYGUN-- açıköğretim, aöf arasınav, aöf bütünleme, aöf ders notları, aöf ders özeti.aöf konu özeti,

 

1. Ünite— Din ve İnanç

 

DİN

Dinin Tanımı: din: İnsanın düşünce ve inanca dayalı değerlendirmelerini içeren zihinsel fonksiyonlar, her türlü tavır ve davranışlar, insanın diğer insanlar ve varlıklarla olan ilişkilerini düzenlerken dikkat etmesi gereken ilkeler, sosyal davranışlarını belirleyen prensiplerdir

 

Dinlerin Sınıflandırılması: Dinlerin çeşitli şekillerde sınıflaması yapılmıştır. İslam âlimleri genelde hak ve batıl din şeklinde bir sınıflama yapmışlardır. Bu tasnifi yaparken Kur’an’ın bazı ayetlerini dikkate almışlardır. Kur’an’da “Allah katında din İslam’dır” (Âl-i İmrân 3/19), “ hak din” (et-Tevbe 9/33) ve “dosdoğru din” (er-Rûm 30/30) nitelemelerinin yer alması, hak din olarak sadece İslam’ın gösterilmesini gerekli kılmıştır. Buna rağmen Kur’an’ın diğer inanç sistemlerine din dediğini belirtmek gerekir (bk. Âl-i İmrân 3/85). Bu inanç sistemlerinden ilahi vahye dayanmayanlara batıl din demişlerdir. İlâhi vahye dayanmakla birlikte Allah’tan geldiği şeklini koruyamamış Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlere de muharref din adını vermişlerdir. Klasik dinler tarihi kitapları ise hak dinlere milel, batıl dinlere de nihal adını vermişlerdir. Dinlerin kaynağına bakılarak yapılan sınıflamaya göre, semavi dinler ve beşeri dinler ayırımı yapılmıştır. Kutsal kitaplarının bulunup bulunmamasına göre yapılan tasniflerde de Ehl-i kitap Yahudi ve Hıristiyanları, kitabı olduğu şüpheli dinler de Mecûsiler ve Maniheistleri ifade etmek için kullanılmıştır. Dinler tek tanrılı ve çok tanrılı olmak üzere de sınıflandırılmış ve ilkel dinler, milli dinler ve dünya dinleri adlandırmaları yapılmıştır. Bu konuda dinleri sınıflamanın çok çeşitli yöntemleri olduğu bir gerçektir. Ancak bu bilgileri göz önüne alarak dinleri yerel kabile dinleri, millî dinler ve evrensel dinler şeklinde üç kısma ayırarak anlamak uygun görünmektedir.

 

İslam Dini: İslam’ın Medine döneminde din anlam olarak, tevhid kavramından bir dine mensup olan insan topluluğuna (ümmet) geçmiştir. Kendini Allah’a teslim edenler bir cemaat oluştururken bunun dışındakiler başka bir toplum olarak ifade edilmiştir. İslam’ın hak din olduğu ve diğer dinlerden ayrılan bir yönünün bulunduğu vurgulanmıştır. Artık bu safhadan sonra kimsenin İslam’dan başka bir din aramaması gerektiği üzerinde durularak İslam’ın insanları Allah’ın yoluna ileten tek din olduğu üzerinde ısrar edilmiştir. Bu dine inananların müslümanlar olduğu ve bunların Allah katındaki değerlerinin yüceliğine dikkat çekilmiştir. Şu ayetler bu anlam algısını doğrulamaktadır: “Kim İslam’dan başka dine yönelirse bilsin ki kendisinden bu asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır” (Âl-i İmrân 3/85). Son din olan İslam, mükemmel ve en gerekli insan ihtiyaçlarını karşılayacak hale getirilmiştir. “Bugün size dininizi mükemmel kıldım, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” (Mâide, 5/3) ayeti bir gerçeği açıklamaktadır. Çünkü onu yaratan ona göre daha bilgili, ona göre daha mükemmel bir varlık olduğuna göre, insanın yapması gereken Allah’a bağlı bir hayat sürdürmesidir. Allah’ın mutlak tasarruf ve hâkimiyetine girmesi ve bu hususta ihmalkâr davranmaması insanın lehinedir. Bunun aksine davranış ve inanış kişinin yaratılıştan gelen özelliğini zorlaması, suyu tersine akıtmak istemesi olacaktır.

 

Dinin Kaynağı: Din, Allah tarafından konulur. O’ndan başkasının din oluşturma hakkı yoktur. Bu sebeple dinî hükümlerin kaynağı da Allah’tır. O’nun dışında hiç kimsenin dinî hükümleri değiştirme ve yürürlükten kaldırma yetkisi yoktur. Bu genel kuralın içine Peygamberler de dâhildir. Onlar da dine bir ekleme ve eksiltme yapamaz. İlahî vahiy doğrultusunda Allah’tan aldığı emir ve yasakları insanlara aktarır ve onların anlayabileceği şekilde bu emir ve yasakları onlara açıklar. Bu yüzden peygamberlerin dindeki konumu Allah’a bağlı dolaylı bir anlam taşır.

 

İNANÇ

İnanç Türkçe’de “Bir düşünceye gönülden bağlanmak, Allah’a veya bir dine inanma, birine duyulan güven duygusu, bir kimse ya da şeyin doğruluğunu, büyüklüğünü ve gücünü sarsılmaz bir duygu ile benimsemek” anlamına gelir. Arapça karşılığı iman ve itikattır. Kelimenin hem Türkçe, hem de Arapça karşılıklarının hemen hemen aynı anlam ağırlığına vurgu yapması, dinin insanlık tarihindeki yerinin aynı akisleri taşıdığını göstermesi açısından önemlidir

 

İmanın Kelime ve Kavram Anlamı: İman Arap dilinde çok değişik manalara gelir. Bunların öne çıkarılması gerekenleri ise “Emniyet ve güven içinde bulunmak, ikrar etmek, kabul etmek, emin kılmak, sükûna kavuşmak, kalben müsterih olmak, vicdani güven duymak ve iç aydınlığı hissetmek” gibi anlamlardır. Bu anlam zenginliğinden de anlaşılacağı gibi imanın ne olduğu veya ne olması gerektiği hususunu bir çırpıda tanımlamak zor görünmektedir. İslam düşüncesinde bir terim olarak iman “Hz. Peygamberin vahiy yoluyla getirdiği tüm hususlarda tereddütsüz tasdik etmek ve getirdiklerine inanmak” demektir. “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettikleri kesin inanç ilkelerinde peygamberleri tasdik etmek ve onlara inanmak” şeklinde de tarif edilmektedir. Bu inancı benimseyen kişiye mü’min dendiği gibi, inancın gereklerini tam bir teslimiyetle yerine getiren kişiye de Müslim denir. Bunun Farsça’dan geçen çoğul ifadesine de Müslüman denir.

 

İmanın Mahiyeti: Bir kimsenin sevinçli, üzüntülü, öfkeli veya başka bir psikolojik ve ruhî durumu, dışarıdan bakıldığında anlaşılmasına rağmen imanlı olup olmadığını bilmek böyle değildir. Bu sebepten iman kalbî bir fiildir. İnsanın dış dünyasından doğrudan anlaşılmaz. Onun dil açısından çok çeşitli manalara gelmesi de, bu özelliğini yansıtması açısından önemlidir

 

İman-Tasdik İlişkisi: İman öncelikle kalbin tasdik etmesi, yani onaylamasıdır. İman kalbin fiili olması nedeniyle insanın inançla ilgili hususları (mümen’ün bih) kalben kabullenmesin şarttır. Buradaki kalp ve tasdik sözüne de açıklık getirmek gerekirse, insanın karar verme mekânının kalp olduğu, bunun da değişmeceli bir anlam taşıdığı belirtilmelidir. Çünkü insanın bütün kararlarının kalpten çıktığını söylemek mümkün değildir. Bu anlamın ona yüklenmesinden maksat, insanın karar merkezinin yani değerler dünyasının kalp ile ifade edilmiş olmasıdır. Öte yandan hadislerde kalbin insan bedeninde günahlarla kirlenebilen bir organ olarak nitelenmesi de bu hususun mecâzi olduğunu teyit etmektedir.

 

İman-İkrar İlişkisi: İkrar, içten hissedilenlerin dil ile ifade edilmesine denir. Kişinin kalben kabul ettiği iman esaslarını dışa vurmasının önemi bellidir. Sebepsiz olarak onu terk etmemesi gerekir. Ancak Mürcie ve Kerramiyye mezheplerinin imanı tanımı “inanılması gereken inanç esaslarını kalbin tasdiki olmaksızın, dil ile ikrar etmek yeterlidir” şeklindedir. Bu mezhepler, Hz. Peygamber’in şu hadisini görüşlerine delil olarak göstermektedirler: “İnsanlar Allah’tan başka tanrı yoktur. Muhammed O’nun elçisidir deyinceye kadar onlarla mücadele etmekle emrolundum. Eğer bunu söylerlerse, kanlarını, canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinin verdiği cezalar bunun dışındadır. İç yüzlerini hesaba çekmek ise Allah’a aittir” (Buhârî, “Cihad”, 102; “İman”, 17; Müslim, “İman”, 8) Söz konusu mezhepler bu hadisi imanın sadece dil ile ifadesinin yeterli olduğu şeklinde değerlendirmişlerdir. Hâlbuki bu hadis inanç esaslarını dile getiren kişinin Müslüman sayılmasını ve ilgili hükümlerden faydalanmasını konu edinmektedir.

 

İman-Bilgi İlişkisi: İmanın oluşumunda bilginin önemi inkâr edilemez. İnsanın bilgi edinme kaynakları beş duyu, doğru haber ve akıldır. İmanın bu yolların her biriyle olan bağlantısı da bilinmektedir. İnsanda oluşan imanın bilgiden sonra gerçekleştiği ve onun üzerine bina edildiği zaman değerli olduğu söylenmelidir. İslam âlimleri bilginin, insan hayatındaki lüzumunu önemsemişlerdir. Bilgisiz insanla bilgili olanın arasındaki uçurumu en iyi anlatan onlardır. Ancak burada söz konusu olan husus, inanılması gereken konuları sadece bilmek iman etmek için yeterli midir, sorusudur. Bu soruyu evet diye cevaplayan Cehmiyye ve Neccâriyye mezhepleridir. Onlara göre kişinin iman esaslarını sadece bilmesi mümin olması için yeterlidir. Matüridî ve Mu’tezilî âlimler ise bunun yeterli olmadığını ve eğer bu yeterli olsaydı her âlimin mümin olması gerekeceğini söyleyerek onları eleştirmişlerdir. Her âlimin mümin olması ilkesi benimsenirse nitelik aranmaksızın bütün bilginlerin mümin olması gerekecektir. Bu ise makul değildir, zira bizzat günlük hayatımızda bunun böyle olmadığını gözlemlemekteyiz.

İman-Amel İlişkisi: İslam düşüncesinde iman konusunda yapılan değerlendirmelerden biri de imanın, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve İslam’da emredilmiş ibadet veya taat türünden birinin veya yasaklanmış bir emrin yapılmaması, yani amellerin yerine getirilmesi şeklindeki tanımıdır. Bu görüş sahipleri Hâriciyye, Mu’tezile, Şia ve Zeydiyye mezhepleri ile Selef âlimleridir. Onların savunduğu temel görüş, imanın tasdik, ikrar ve İslam’ın amel rükünlerini bizzat yapılmasından ibaret gören daha geniş bir anlayıştır. Ameli imandan bir parça kabul edenlerin gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse hadislerden görüşlerini destekleyen bazı delilleri vardır. Her şeyden önce Kur’ân’da, “Ey iman edenler ve sâlih amel işleyenler” şeklinde birçok ayet mevcuttur (meselâ bk. el-Bakara 2/277, Yunus 10/9, Hûd 11/23). Bunlar iman ve amel bütünlüğünü yansıtmakta ve ikisi bir arada zikredilmek suretiyle iman ve amelin birbirini tamamlayan unsurlar olarak görülmektedir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de “Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, ebedi olarak cehennemde kalmaktır. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” (en-Nisâ 4/93) denilmekte ve bir mümini öldürmenin cezası olarak ebedi cehennem gösterilmektedir.

 

İmanın Oluşumu: İslâm dininde bir kimsenin mümin olabilmesi için tevhid veya şehâdet kelimelerini kalben kabul edip dillendirmesi yeterlidir. Bu imanın en kısa ve kestirme yoludur. Tevhid yani “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah yani Allahtan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun resûlüdür” veya şehâdet yani “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûluh yani Ben Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve resûlu olduğuna şahitlik ederim” sözlerini inanarak söylemek mümin olmanın kapısını açmak demektir. Bu ifadeler İslam’a göre insanı kurtuluşa götürür. Müminin imandan sonra İslam’ın daha temel inanç esaslarına yönelmesi ve onlar hakkındaki iman ve bilgisini daha üst seviyelere çıkarması gerekir. Bu şekilde işi detaylandırarak ayrıntılı bir şekilde tek tek iman esaslarına açık ve geniş bir şekilde inanmaya tafsîlî iman denir. Bu ayrıntılı imanın da üç ayrı derecesi vardır. İlk derecede Allah’a, Hz. Peygamber’e ve âhiret gününe inanmak gelir. İkinci derecede Hz. Peygamber’in Cibril hadisinde (Müslim, “İman”, 1) belirttiği hususlara açık ve net şekilde inanmaktır. Üçüncü derecesi ise Peygamberimizin bize ulaştırdığı bütün dini hükümleri itikadî, ameli veya ahlakî olmasına bakmaksızın hepsini Allah ve Resûlü’nün kastettiği şekilde tek tek ve ayrıntılarıyla inanmaktır. Bize tevatür yoluyla ulaşan dinin temel prensipleri (zarûrât-ı diniyye) konusunda tereddüt göstermeden olgun müminin yapması gereken görevleri olduğunu idrak etmektir.

 

İmanda Artma ve Eksilme: İman konusunda tartışılan konulardan biri de müminin imanının artıp eksilme kabul edip etmeyeceğidir. İmanın artıp eksilme kabul etmeyeceğini söyleyenler olduğu gibi çeşitli halleri yaşayan müminin bazen konumunu daha alt seviyeye düşürdüğü, bazen de bu konumunu yücelttiğini göz önüne alarak, imanda artma ve eksilmenin olabileceğini savunanlar olmuştur. İmanda artmanın hem nitelik hem de nicelik yönünden olacağını söyleyenler aynı zamanda amelin imandan bir cüz olduğunu savunan Selefiyye, Mu’tezile, Şia, Zeydiyye ve Hariciyye mezhepleridir. Bunların yorumuna göre Kur’an’da müminlerin inanç coşkusunu belirten ayetler imanın artıp eksilen bir şey olduğunu göstermektedir: “Müminler ancak Allah anıldığında kalbleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanları artan ve sadece Rableri’ne dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 8/2) ve “İmanlarını bir kat daha artsın diye müminlerin kalplerine güven indiren O’dur” (el-Feth, 48/4) gibi âyetler bunlardan bazılarıdır.

 

İman ve İslam: İman ve İslam kelimeleri Kur’ân’da bazen eş anlamlı, bazen tamamen ayrı bazen de iç içe girmiş anlamlarda yer alır. Bu nedenle İslam âlimleri de bu konu üzerinde farklı görüşleri savunmuşlardır. Ameli imanın bir parçası kabul edenler, iman ve İslam ayrımı dini metinlerde olsa da iman ve İslam aynıdır, birdir görüşündedir. İmam Mâtüridî’ye göre, Kur’ân ve Sünnet’te ayrı zikredilse da iman ve İslam aynıdır. Çünkü imandan çıkan İslam’dan çıkmış olur, İslam’dan çıkan da imandan çıkmış olur. Kaldı ki iman ve İslam bazı ayet ve hadislerde aynı manaya kullanılmaktadır: “Musa dedi ki: Ey kavmim, eğer Allah’a iman ettiyseniz (mümin) ve O’na teslim olduysanız (Müslim) sadece O’na güveniniz” (Yûnus 10/84). Bu ayette her iki kelime de birbirinin anlamına kullanılmakta ve aralarında bir fark gözetilmemektedir. Yine hadislerde de bu anlam bütünlüğünü gösteren kullanımlar vardır. Meselâ İslam’ın beş şey üzerine bina edildiğini belirten hadiste Hz. Peygamber, Kelime-i tevhîd’i İslam içinde zikretmiştir (Buhârî, “Îmân”, 1, 3) Bu görüşe göre aralarında fark olmadığı için mümin olan herkes Müslim ve Müslim olan herkes de mümindir

 

Mukallidin İmanı: Bir kimsenin çevresindeki ana, baba, kardeş, komşu, hoca ve değer verdiği diğer kişilere bakarak, hiçbir araştırma yapmadan inanmasına taklit, bu tür imana da taklidî iman denir. Böyle bir kişiye de mukallit adı verilir. İslam dini, insana sevk ettiği inanç esaslarını araştırıp, delil, akıl, tefekkür ve düşünceye dayandırarak iman etmesine önem vermiştir. Böyle iman türüne tahkikî iman, bu imanâ sahip kişiye de muhakkik adı verilmiş ve en yüksek iman etme şeklinin bu olduğu belirtilmiştir. Kur’ân, insanın üzerinde en çok hak sahibi olan ana ve babanın dahi inançta taklit edilmesini yasaklamış, körü körüne ataları taklit etmenin yanışlığını sıkça tekrarlamıştır

 

İmanda İstisna: İman konusunda tartışmalardan biri de “ben inşallah müminim” demenin caiz olup olmadığıdır. Bu hususa imanda istisna denir. Bir âyette “Kesinlikle hiçbir şey hakkında inşâ Allah (Allah dilerse) demeden Bunu yarın yapacağım deme. Unuttuğun zaman da Allah’ı an!” (el-Kehf 18/23-24) buyurulduğu için müminin yapacağı her şeyi takdir ve tayin etmede Allah’a güvenmesi gerekir. O halde iman eden kimse de bir eylem gerçekleştirdiğine göre o da inşallah demek durumunda mıdır? İşte bu konu tartışılarak iman konusunda böyle davranmanın şüphe ve endişe anlamı taşıdığı üzerinde durulmuştur.

 

İmanın Geçerliliği: İmanın geçerli olmasının şartları şöyle sıralanabilir:

1. İman son nefeste veya ihtimallerin tükendiği ümitsizlik (ye’s) anıyla sınırlı olmamalıdır.

2. Kişide mümin niteliğinin devam etmesi için dinin esas ve hükümlerini yok sayan veya yalan ve sahteliğe kaçan bir davranış sergilememelidir

3. Hz. Peygamberin getirdiği dini hükümlerin tamamını hiç yüksünmeden bir bütünlük içinde kabul etmelidir.

3. Hz. Peygamberin getirdiği dini hükümlerin tamamını hiç yüksünmeden bir bütünlük içinde kabul etmelidir.

4. Mümin olan kimse alçakgönüllü olmalı, Allah’ın azabı bana isabet etmez, diye düşünmemelidir.




 

Etiketler: İSLAM İBADET ESASLARI İLH1002u- KISA AÖF DERS ÖZETİ - 2013 KREDİLİ SİSTEM ÇAN EĞRİSİNE UYGUN açıköğretim, aöf arasınav, aöf bütünleme, aöf ders notları, aöf ders özeti.aöf konu özeti, -