Tarih :5.12.2013
SİYASET FELSEFESİ FEL304U-KISA AÖF DERS ÖZETİ - 2013 KREDİLİ SİSTEM ÇAN EĞRİSİNE UYGUN-- açıköğretim, aöf arasınav, aöf bütünleme, aöf ders notları, aöf ders özeti.aöf konu özeti,

 

 

SİYASET FELSEFESİ

KISA ÖZET

www.kolayaof.com

DİKKATİNİZE:

BURADA SADECE ÖZETİN İLK ÜNİTESİ SİZE ÖRNEK OLARAK GÖSTERİLMİŞTİR.

ÖZETİN TAMAMININ KAÇ SAYFA OLDUĞUNU ÜNİTELERİ İÇİNDEKİLER BÖLÜMÜNDEN GÖREBİLİRSİNİZ.


 


İÇİNDEKİLER

1. Ünite - Liberalizm ve Toplulukçuluk………………………………………………………….…………………………..3

2. Ünite - Sosyal ve Ekonomik Adalet………………………………………………………….…………………….……….9

3. Ünite - Ideolojiler………………………………………………………………………….….……………………………….….13

4. Ünite - Birey-Toplum-Devlet Ilişkileri………………………………..………………………………….…………….…17

5. Ünite - Çokkültürlülük, Çokkültürcülük ve Irkçılık…………………………………………………………………...26

6. Ünite - Ulus-Devlet ve Küreselleşme ……………………….…………………………………………………………….29

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1. Ünite - Liberalizm ve Toplulukçuluk

 

 

GİRİŞ

Günümüzün siyaset felsefesine karakterini veren tartışmaların başında kuşkusuz liberalve toplulukçu düşünce biçimleri arasındaki tartışma gelmektedir. Bu tartışmanın öne çıkışındaki en önemli etken, 20. yüzyılın son çeyreğine değin hâkimolan liberalizm-Marksizm ideolojik kamplaşmasının, 1980’lerin sonunda sosyalizmin uygulama alanında güç kaybetmesiyle son bulmasıdır. Ancak liberalizm-Marksizm kutuplaşması sırasında giderek değerini yitiren veyerini reel siyasetin planlanması görevini üstlenen uluslararası ilişkiler disiplininebırakan siyaset felsefesinin, sosyalizmin gerilemesinin ardından geri dönüşü, Fukuyama’nın tezini yanlışlayan yeni eleştiri odaklarını da beraberinde getirir.

Böylece siyaset felsefesinin yarattığı eleştirel gelenek, liberalizme yönelik içkin ve aşkın yeni tartışmaların yolunu açar.

 

Liberalizmin içkin eleştirisinin en sarsıcı olanı, özellikle 1970 yılında Bir AdaletKuramıeseriyle John Rawls’tan gelir. Rawls, ideolojik kamplaşmalarla geçen yaklaşık yüzyıl boyunca bilinçli olarak bazı sorunları görmezden gelme eğilimindeolan liberalizmi, özellikle adalet kavramı konusundaki eksiklikleri nedeniyle eleştirir.Klasik liberalizmin temelini oluşturan faydacı bakış açısının eksikliklerini dilegetiren Rawls, liberalizmin yenilenmesine yol açmakla kalmaz, aynı zamanda liberalizminihmal ettiği temaları ortaya koyan alternatif düşüncelerin olanaklılığınıgözler önüne sererek siyaset felsefesinin geri dönüş yolunu açar

 

Liberalizme yönelik aşkın eleştirileriyse büyük ölçüde, 20. yüzyılın başında,sosyal bilimcilerin “metodolojik çaresizliği”yle açıklamak olanaklıdır. Bu çaresizliğin kaynağında, 19. yüzyılın sonlarından başlamak üzere 20.yüzyılın ortalarına değin hüküm süren liberalizm-Marksizm eksenli siyasal açıklama modellerinin, modernliğin kimliklere ve etnisiteye karşı mesafeli tutumunu ortakbir bakış açısı olarak benimsemiş olmaları yatar

 

Ancak 1980’lerin sonlarına gelindiğinde, siyasal yaklaşımlarını, dünyanın ikikutuplu olarak bölünmüşlüğünden hareketle oluşturan sosyal bilimcilerin ön kabullerini yeniden gözden geçirmeye zorlayan değişimler yaşanır.

Özellikle Avrupa’nın önemli bir kesiminde siyasal istikrarı sağlayan sosyalist sistemin çökmesiyle,etnik ya da dinsel kökenli çatışmalar görünür hâle gelir. Söz konusu gelişmeleriki yönde değişim yaratır.

§  Bunlardan ilki, sosyal bilimlerde yöntemsel bir yenilenmeihtiyacıyla birlikte ortaya çıkar. Bir önceki paradigmaya hâkim olan pozitivizminbilim anlayışında yeri bulunmayan tarih ve toplumsal içkinliğe dair yargılar,artık birer sav olarak tartışma alanında kendilerine yer bulurlar. Bunun iki anlamıvardır. Öncelikle tarihten ve topluluktan bağımsız yargıların imkânsızlığı, modernliğin tarihüstü kategorilerini boş birer iddiaya dönüştürür. Her türden yargının tarihselve toplumsal bakış açısından üretildiği iddiası ikinci olarak ise, tarih dışıbirvarsayımlar zinciri öne süren ideolojik bakış açılarının yetersizliğini ortaya koyar. Bu nedenle ideolojilerin toplumu “açıklama” iddialarının yerine,artık felsefenin özne-nesne ilişkisi bağlamındaki yöntemsel aracılığınışart koşan“anlama” kategorisi, sosyal bilimlerin odağı haline gelir. Bu açıdan uzun zamandır unutulmuş olan siyaset felsefesinin olanakları, sosyal bilimlerin yöntemselyenilenmesiyle yeniden belirir.

§  1980’lerde yaşanan değişimlerin ikinci önemli sonucu ise liberal geleneğineleştirisinin, sosyalist gelenekten farklı kavramsal çerçevelere sahip olmakla birlikte,özellikle onun soyut bireycilik eleştirisine sahip çıkan toplulukçuluk, çokkültürlülükve feminizm gibi yeni yaklaşımlarca üstlenilmesidir

 

LiBERALiZM

Bir siyasal ideoloji olarak liberalizm, diğer büyük ideolojiler gibi 19. yüzyılın birürünüdür. Ancak liberalizme dayanak olan siyasal görüşlerin ve bu görüşleri ortayakoyan değişimlerin izlerini, çok daha eski tarihlerde aramak gerekir. Liberal görüşlerinkaynağına ilişkin iki farklı açıklama söz konusudur.

Bu açıklamalardan ilki cumhuriyetçilere aittir.

Bu bakış açısına göreliberalizm, devlet özgürlüğü ve birey özgürlüğünü birleştiren cumhuriyetçi geleneğin, yalnızca birey özgürlüğüne dair olan yanını öne çıkartarak devletle bireyinkarşılıklı ilişkisini asgari düzeye indirir. Böylece liberalizm, çağdaş dünyaya karakteriniveren “birey” kavramını armağan etmiş olur

Öte yandan liberalizme kaynak arayışı, cumhuriyetçilerin argümanlarından dahasık karşılaşılan biçimiyle, burjuvazinin ilerletici bir sınıf olarak tarih sahnesineçıkışıyla ilişkilendirilir. Bu bakış açısından liberal düşünce geleneği, Avrupa’da feodalizminçöküşünün ve feodal düzenin aristokratik değerlerine muhalefet eden burjuvazinin ekonomik çıkar arayışının siyasal bir uzantısıdır. Başka bir deyişle, liberalizm,statüye ve statü gereği doğan sınıfsal farkların konformizm adına sürdürülmesinebir karşı çıkıştır. Bu haliyle liberalizm, mutlak monarşinin ve toprakmülkiyetine sahip aristokratların yerleşik iktidarıyla çatışma halindeki orta sınıfın siyasal ve ekonomik özgürlüklere ilişkin özlemlerini yansıtır.

 

Liberalizmin doğuşuna kaynaklık eden bu özgürlük taleplerinin belirginleştiğitemel eleştiri, iktidarın kaynağı sorunuyla iç içe belirir. Mutlakçı yönetimlerin iktidarlarını ilahi bir hakka dayandıran varsayımları karşısında, iktidarın kökenine bireylerinortak iradelerini yerleştiren siyasal liberalizm, önce anayasallık, daha sonralarıise temsili demokrasi savunularıyla biçimlenerek, varolan hiyerarşik düzenindeğişimine yol açan devrimci bir bakış açısı sunar. Hem anayasallık düşüncesihem de temsili demokrasi anlayışı, devleti sınırlandırarak siyasal ve ekonomik özgürlüklerikorumanın birer aracıdır.Yerleşik iktidar biçimine karşı başlatılan muhalefetin siyasal özgürlükle bağlantı lı olarak beliren ekonomik nedeni ise, burjuvanın sahip olduğu sermayenin önünü açma isteğiyle ilişkilidir.

 

Keyfî bir yönetim ve feodal düzenin kalıntısı olan aristokratik zenginliğin özellikle 18. yüzyıldan itibaren büyük bir ivme kazanan ticarisermayenin gelişmesini engelliyor oluşu, dönemin tüccar burjuvalarının varolangeleneksel düzeni eleştirerek, yeni bir siyasi düzenleme talep etmelerinin nedenini oluşturur (bkz. Habermas 2000). Talep edilen siyasal düzenleme, yerleşik iktidarakarşı, parlamentolar ve muhalefet yoluyla burjuvaların, iktidarda söz sahibioldukları ve keyfilik karşısında her türden yönetim mekanizmasını yasa ile sınırlandırdıkları rasyonel bir kurumsallaşmayı öngörür. Böylece burjuvazi siyasal hak ve özgürlük talepleri altında, ekonomik hak ve özgürlükleri de koruma altına alırken,sermayenin gelişimi önündeki engelleri de kaldırmış olur

 

Özellikle liberalizmin özgürlük kavrayışının mülkiyet hakkını içererek ekonomiylekurduğu yapısal bağlar, ileride liberalizmin, siyasal kazançlarını gölgede bırakarak, laissez-fairekapitalizminin kendisiyle özdeşleşen bir sosyoekonomikdüzenin savunulması olarak tanımlanmasına neden olacaktır.

 

Her siyasal kuram ve ideoloji gibi liberalizm de farklı zamanlarda farklı düşünürlertarafından farklı biçimlerde yorumlanmış olmakla birlikte, genel olarak tümliberal kuramlarda ortaklık sağlayan bazı ilkelerden ve dayanaklardan söz etmekolanaklıdır.

Bu ilke ve dayanakların başlıcaları;

bireycilik, özgürlük, sınırlı devlet, akılcılık, hoşgörü ve adalettir.

 

Liberalizmin Temel Ilkeleri ve Liberal Devletin Dayanakları

 

Bireycilik

Liberal ideolojinin merkezî teması bireyciliktir. Liberalizmin doğuşu sırasında sergilediği devrimci tavır, aristokrasinin ayrıcalıklarını yok ederek bireyi gelenekselhiyerarşilerden kurtarmasında yatar. Aristokrasinin soya dayalı sınıfsallaşma anlayışının aksine, eşit bireylerden oluşan bir toplum kurma arzusundaki liberal düşüncegeleneği, bireyleri akıl paydasında eşitleyerek toplumsal sınıfların oluşumundaliyakati başlıca değer kılar.

Liberalizminbireye yapmış olduğu aşırı vurgu, siyasal açıdan devlet ve birey arasındaki ilişkiyi

belirlerken, iktisadi açıdansa serbest piyasa ekonomisinin temelini oluşturur.

liberalizmin bireyciliği, belirli bir toplum içinde biçimlenen ve toplumun tarihselkazanımlarıyla kurduğu kültürel ya da kimliksel değerleri kendinde barındıran“belirli bir kişi” tanımından uzaktır.

 

Locke’ta hak sahibi olarak tanımlanan liberal kuramın bireyciliği, özellikle klasikliberalizm olarak da anılan faydacı değişkeninin getirdiği tanımla, “(...) bireyinbencil, zorunlu olarak çıkarcı ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir varlık oldu-ğu varsayımına dayanır”

Bireyin böylesi bir tanımı, bireyi tüm eylemlerinde akılcı olarak davranan, fayda ve zarar hesabıyla eylemlerine yönveren varlık olarak değerlendiren faydacı ahlak anlayışının bir sonucudur.

Klasik liberallerin tümüyle kendiçıkarları peşinde koşan bencil birey anlayışına karşın, modern liberaller ise insan doğasına dair daha iyimser görüşler benimserler. Devleti tüm insanların kendi potansiyellerini açığa çıkarabilmesi için gerekli altyapıyı oluşturmakla görevlendiren modern liberaller, klasik liberal görüşte ihmal edilen ekonomik ve toplumsal eşitsizliklere karşı yeniden müdahaleci devlet tipini desteklerler.

 

Ancak yine de ister klasik isterse modern olsun, liberallerin, bireyi, tüm toplumsal bağlarından ayrı ve kendine yeterli atomlar olarak betimlemeleri, liberalizmi, cumhuriyetçi, sosyalist ya da toplulukçu kuramlardan ayırt eden en temel niteliklerinden birini oluşturur

 

Toplumcu ideolojilerin hemen hepsi toplum ya da topluluğa, siyasi, sosyal ya da ahlaki açıdan bireylerüstü bir rol atfederken; liberal kuram, ister siyasi isterse sosyal olsun her türden toplumsal yargıyı birey temelinde dile getiren metodolojik bireyciliğin yolunu takip eder.

 

 

Özgürlük

Bireye yaptığı vurgu, liberal kuramın özgürlük anlayışının da belirleyicisidir. Liberal ideolojinin en üstün siyasi değer kabul ettiği bireyin özgürlüğü, aynı zamanda liberalizmin 19. yüzyıldan başlayarak “ürkütücü derecedeki başarısı”nısağlar .Nitekim faydacı ahlak anlayışını siyasal bir kurama dönüştürerek liberalizmin temellerini atan John StuartMill, her bireyin kendi bedeni ve zihni üzerinde egemen olduğunu ifade ettiği ünlü Hürriyet Üzerine adlı eserinin hemen ikinci cümlesinde “(...) bu deneme, toplum tarafından birey üzerinde meşru bir biçimde kullanılabilen iktidarın ‘niteliği ve sınırlarını’ konu edinmektedir” diyerek toplumya da devletin özgürlüğünü değil, bireyin müdahale görmeden eylemde bulunabileceği alanın sınırlarını araştırma amacında olduğunu açıklar

 

Böylece bireyin özgürlük alanına odaklanan çalışmasıyla Mill, liberal özgürlüğün de tanımını verir. Bireyin özgürlüğü, toplum ya da devletten müdahale görmeden eylemde bulunduğu alandır. Mill’e göre bireylerin eylemlerine sınırlama getirilebilecek tek bir alan söz konusudur. Bu alan, hem Hobbes hem de Locke tarafından da dile getirildiği üzere başkasının özgürlük alanına müdahale alanıdır.

 

Hobbes, Leviathan’da özgürlüğün tanımınışöyle yapar: “Özgürlük nedir. ÖZGÜRLÜK veya HÜRRIYET tam olarak, engelleme olmamasıdemektir; engelleme ile, hareketin önündeki dışsal engelleri kastediyorum; (...).Özgür olmak nedir. Kelimenin bu doğru ve tam olarak kabul edilen anlamına göre, ÖZGÜR bir insan, gücü ve zekâsıyla yapmaya muktedir olduğu şeylerde, istediği şeyi yapması engellenmemiş olan birisidir” (Hobbes 2004, s. 155). Özgürlüğü, devletin özgürlüğünden ayırt ederek, birey odaklı tanımlayan Hobbes’un bu kavramsallaştırması, daha sonra Benjamin Constant tarafından “modernlerin özgürlüğü” olarak adlandırılır.

 

20. yüzyılda ise, Hobbes ve Constant’ın izlerini takip eden Isaiah Berlin “Iki Özgürlük Kavramı” başlıklı makalesiyle çağdaş dünyanın kavramsal haritasını da belirler.

Berlin’in tarihüstü çözümlemesine göre özgürlüğün iki olanaklı biçimi bulunur: “negatif özgürlük” ve “pozitif özgürlük.”

“Pozitif özgürlük”, “seçtiğim şeyleri seçmeye beni yönelten müdahale ya da denetimin kaynağı”nın ne olduğu sorusuna yanıt ararken;

“negatif özgürlük” tanımını veren soru “başkalarının müdahalesine uğramaksızın yapmakta serbest olduğum şeyler”in alanını sorgular

Negatif özgürlük anlayışı, bireylerin, ancak dışarıdan hiçbir müdahale görmeksizin kendi çıkarlarının peşine düşebildikleri bir toplumsal alanın varlığında, doğalolan mülkiyet haklarınıgerçekleştirebileceklerine dair ekonomik bir varsayıma yolaçar. Bu varsayımın mantıksal sonucu, devletin ekonomik alana müdahalesi ne denli sınırlanırsa, bireyin özgürlüğünün de o denli artacağınıgösterir. Liberallerinbireyin özgürlüğünün önündeki tüm engellerden kurtulma ısrarı, bir zorunluluksonucu varolan devletin sınırlanmasını gerektirir.

 

Sınırlı Devlet Anlayışı

Negatif özgürlük anlayışı içerisinde bireylerin önlerindeki her türden engel ve kısıtlamalardan kurtulma çabası, iki açıdan devletin sınırlandırılmasınışart koşar. İlk olarak devlet, açık sınırlamalar getirerek bireylerin her türden müdahaleden uzak olması gerektiğine dair liberal inancı boşa çıkartabilir. Ikinci olarak ise, devlet bireylerden kamu yükümlülükleri üstlenmelerini bekleyerek, doğal özgürlükleri sınırlamış olur.

 

Hak ve özgürlüklerin kaynağı olarak doğayı gösteren liberal kuramcılar için, bireylerin söz konusu hak ve özgürlükleri kullanımı ile devlete karşıyükümlülük üstlenmeleri arasında hiçbir doğrudan bağbulunmaz.Doğal hak ve özgürlüklerin korunmasının bir diğer yolu ise, devletin keyfi yönetimini engellemek üzere, yöneten ve yönetilenlerin aynı yasaya tabi olmalarınıgerektiren anayasal yönetimlerin benimsenmesidir. Anayasa, iktidarın boyutlarınıtanımlarken etkinlik alanının da sınırlarını gösterir.

 

Anayasal yönetimlerin korunmasında iki türlü araç benimsemek mümkündür.Bu araçlardan birincisi, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin anayasal düzenin temel dayanağıhaline getirilmesidir. Böylece iktidarın eylemlerini ve etkinliklerini ortaya koydukları yasaların, bir üst yasa ile bağlanmış olması, anayasal yönetimlerin tipik özelliği olarak belirir.

Anayasal yönetimlerin korunmasının ikinci aracı ise, modern biçimini Montesquieu’danalan yasama-yürütme ve yargı arasındaki ayrımların korunmasıdır.

Anayasallık ilkesinin yanı sıra, demokrasi anlayışı da devlet iktidarının sınırlarını çizmede bir diğer kontrol mekanizmasını oluşturur.

 

Liberal demokrasi kavrayışı, iktidarın halkın elinde bulundurulması anlamındaki eskilerin demokratik ilkesini, bireysel özgürlüğün değerine ve insan haklarına vurgu yapan liberal söylemle birleştirir (Tunçel 2010, s. 32). Bu açıdan liberal demokrasiler iki karşıt ögenin melez hale gelmesinden doğarlar. Bir yanıyla iktidara katılımı öngören demokrasi, diğer yanıyla ise bireysel özgürlüğe saygı anlayışlarını barındıran liberal demokrasiler, kavram düzeyindeki karmaşasına ve uygulamadaki yetersizliklerine rağmen, siyasal iktidar için mücadele eden farklı çıkar odaklarıarasında, seçim ve rekabet ortamı yaratarak bir çeşit denge mekanizması oluştururlar.

Ancak rekabetçi ve çatışmacı bir demokrasi anlayışının sorunu, Aristoteles’ten bu yana siyaset adına en büyük tehlike olarak görülen “çoğunluğun tiranlığı” tehdidini barındırmasıdır.

 

Akılcılık

Liberalizmin, geleneksel düşünme biçimlerinden ve hiyerarşilerden kurtulma ideali, bireysel seçim ve kararlara duyduğu güven, aslen ardında yatan Aydınlanma projesininbir parçası olmasıyla ilişkilidir.

 

Aydınlanma, insanın batıl inançlardan, önyargılardan ve cehaletten kurtularak, tüm değerlendirmelerini aklın ışığında yapması isteğinin ifadesidir. Aydınlanmanın dünyanın ve toplumun açıklanmasında aklın yol göstericiliğine dair inancı, liberalizmin bireye ve bireyin özgürlüğüne ilişkin bakış açısını da belirler.

 

Her şeyden önce liberal kuramcılar, bireylerin rasyonel kararlar alabilecekleri konusunda sarsılmaz bir inanca sahiptir. Nitekim liberal kuramın sert çekirdeğini oluşturan özgürlük anlayışı, bireyin kendi çıkarına dair rasyonel seçim yapabilme yeteneklerinin varoluşuyla anlam kazanır. Liberal özgürlük anlayışı, bireyin kendisi için en iyi olanı tanımlama ve seçme yeteneğine vurgu yapar.

 

Aydınlanmanın en büyük armağanı olarak değerlendirilen rasyonalizmin, liberal kuramcıların kuramlarına sinen bir diğer mirası da ilerleme düşüncesine duyulaninançta kendisini gösterir. Liberal bakış açısının akla duyduğu güven, bilimsel bilgi artışıyla her geçen gün dünyanın daha fazla açıklanabileceği, bilinebileceği düşünceleriyle perçinlenir. Böylece insan aklı giderek önyargılardan, batıl inançlardan, buna bağlı gereksiz hiyerarşilerden kurtularak rasyonel biçimde örgütlenebilen bir toplumsal modeli gerçek hale getirebilir.

Tüm bu ilerleme düşüncesi, eleştirel aklın sürekliliğinin ürünüdür. Özellikle Kant’ın aydınlanma tanımına damgasını vuran eleştirel akılcılık, kamusal alanın rasyonel örgütlenebilmesi için gereken tartışmacı kamunun ön koşuludur.

 

Hoşgörü

Bireylere tercih ettikleri iyi yaşam biçimi yaşama konusunda özgürlük tanıyan liberal düşünce geleneğinin sosyal açıdan ayırt edici niteliği ahlaki, kültürel ve siyasal farklılıkları kabul etmesidir.

 

Devletin herhangi bir iyiyi savunmaksızın yansızlık anlayışı ve kişisel özerkliğe saygılı bir toplum yaratma amacı, bireylere farklılıklarını ortaya koyma konusunda bir alan açarken, “hoşgörü”yü ahlaki ve sosyal bir ilke haline getirir.

Hoşgörü kavramına ilişkin liberal yorumlar, özellikle 17. yüzyılda dini özgürlükleri savunma amacıyla, John Milton ve John Locke gibi yazarların eserinde biçimlenmiştir Liberalizm, bir yanıyla evrensel bir yaşam arayışını ya da doğruluk idealini ifade ederken, diğer yanıyla farklı yaşam biçimleri arasındaki barış koşullarının aranmasıdır (Tunçel, 2010, s. 54).

 

John Locke, Immanuel Kant, John StuartMill, çağdaş dünyada ise John Rawls’u dâhil edebileceğimiz bu bakış açısından insanlık için en iyi yaşam, aklın önderliğinde bulunacaktır. Insan hakları temeli üzerinde yükselen liberal-demokratik bir kültür hedefindeki bu düşünürler, “hoşgörü”yü de bireylere ilişkin davranışları belirleyen temel bir değer olarak ele alırlar.

 

Adalet

Genel olarak bakıldığında adalet, Platon ve Aristoteles’ten bu yana herkesin hak ettiğini almasışeklindeki özel bir ahlaki yargı tipini gösterir. Herkese “gereken”ne ise onun verilmesi, adaletin başlıca amacıdır (Heywood 2007, s. 42). Liberal adalet kuramı bu ahlaki yargıyı, çeşitli bağlamlardaki eşitlik anlayışına dayalı olarak ifade eder.

 

Liberal kuramın ilk anlamdaki eşitlik kavrayışı, bireyci savunularından kaynaklanır. Bireylerin doğal haklara sahip olduğu inancındaki liberal kuramcılar açısından her bireyin “eşit ve özgür” doğması, tüm bireylerin eşit ahlaki değerde olduğu sonucunu doğurur. Bu sonuç, her insanın sadece insan olma sıfatıyla benzer bir saygıyı hak ettiği yolundaki inancı ortaya koyarak insan haklarının da temelini oluşturur.

 

Liberal kuramın ikinci anlamdaki eşitlik anlayışı, biçimsel eşitlik olarak da adlandırılabilir. Buna göre temel haklar açısından tüm bireyler eşittir ve aynı biçimsel statüden faydalanabilirler. Başka bir deyişle haklar, herhangi bir gruba ya da sınıfa ayrıcalık tanınmaksızın tüm bireyler arasında eşit olarak dağıtılmalıdır.

 

Biçimsel eşitlik anlayışının uygulamada kendisini gösterdiği iki alan söz konusudur:

siyasi eşitlikler ve yasal eşitlikler. Liberal kurama göre her birey hukuk önünde eşittir ve yasal çerçeveyle ilgili olmayan etkenler, yasal karar alma süreci üzerinde hiçbir etkiye sahip olamazlar. Siyasi eşitliklerse, seçme ve seçilme haklarının her bireye aynı ölçüde eşit olmasıyla ilişkilidir.

 

Liberal kuramın eşitlik anlayışı üçüncü olarak kendisini “fırsat eşitliği” kavrayışında gösterir. Fırsat eşitliği bireylerin yetenek ve becerileri ölçüsünde toplumdaistedikleri statülere ulaşabilmeleri anlamına gelir

 

TOPLULUKÇULUK

Liberalizmin bireycilik ve özgürlük kavrayışları karşısında toplum ve eşitliğin savunusunu yapan sosyalizmin, SSCB’nin dağılmasının ardından giderek kuramsal tartışmalar içerisindeki ağırlığını yitirmesi, eleştirel perspektifin içerisinde de bir yeni-Toplulukçu düşünürlerin liberalizme yönelik eleştirileri, üç başlık altında toplanabilir:

antropolojik eleştiri, normatif eleştiri ve adalet-iyi tartışması.

 

 

Toplulukçuluğun Temel Eleştirileri ve Dayanakları

 

Antropolojik Eleştiriler

Liberaller ve cemaatçiler arasındaki tartışmanın belkemiğini aslında liberalizme yönelik normatif saptamaların eleştirisi oluşturur. Ancak toplulukçu geleneğin önde gelen isimlerinden Charles Taylor, normatif eleştirilerin kökeninde, liberalizmin bireyleri ontolojik açıdan yersiz-yurtsuz olarak tanımlamaları olduğunu ileri sürer.Taylor’a göre, bir adaletten söz edilecekse bunun ancak ontolojik olarak koşulların içindeki bireyler bağlamında anlamlı olabileceğini ileri sürer. Oysa liberal kuram bireyleri tüm toplumsal ve ilişkiler bağlamlarından kopartarak etnik, cinsiyet, kültür, siyaset ya da din gibi aidiyetlerini görmezden gelir. Böylece liberalizmin birey tanımının içeriğini dolduran bireyler, bir anlamda ontolojik olarak yok olan bireylerdir

 

Liberalizmin birey kavrayışı, kaynağını Kant’ın “aşkın özne”sinde bulur. Kant etiğinin öznesi olan aşkın özne, kararlarını tüm toplumsal koşullardan ve bağlamdan bağımsız olarak alır. Ancak bireyleri ontolojik boyuttan bütünüyle kopartan birey düşüncesi, toplulukçulara göre antropolojik açıdan kusurlar içerir. Her şeyden önce liberal birey tarihselliğinden ve toplumsallığından kopartılmış evrensel bir figürdür. Böylesi bir antropolojinin en sert eleştirilerinden birini yapan Michael Sandel, liberalizmin bireyini etsiz-kemiksiz bir varlık,angaje olmayan köksüz bir özne(unencumbered self) ya da tamamen varoluşu bulunmayan bir ruh olarak tanımlar

 

Toplulukçu kuramcılara göre birey sosyal kurumlardan ve değerlerden önce gelmez; aksine bireyleri yaratan içinde bulundukları sosyal kurumlar ve değerlerdir (Barry 2003, s. 28). Bu açıdan “Ben kimim?” sorusunun yanıtı, evrensel bir birey imgesiyle değil, bireyin kendi özel tarihiyle ilgilidir . Bireyin kimliği, içinde toplumsallaştığı ve değerlerini öğrendiği toplum tarafından yaratılan bir kimliktir. Liberalizmin bireyinin hiçbir yerde olmayışına karşın, toplulukçuların tanımındaki birey, bir toplumda varolan bireydir ve bu birey kendisinden önce topluma karakterini veren değerlerin taşıyıcısı olan gerçek bir bireydi.

 

Normatif Eleştiriler

Toplulukçuların, bireylerin toplumsal değerlerin taşıyıcısı olduğuna dair argümanlarının bir diğer sonucu, evrensel etiğin olanaksızlığına ilişkindir. Liberaller doğrunun iyiye üstün olduğu iddiasını taşırlar. Buna göre evrensel doğrular, toplumun iyilerine üstünlük taşır. Ancak bu iddia, toplulukçular tarafından büyük ölçüde eleştirilir. Toplulukçulara göre kişilik, topluluğun içindeki değerlerin paylaşımı yoluyla geliştiğinden, bu değerler ister istemez her türden doğruluk iddiasının da belirleyicisidir

Ahlak-siyaset arasındaki ilişkiye bakış açısı, liberal geleneğin savunucuları olarak düşünülenler arasında görüş ayrılıklarına yol açar. Hobbes ve ardılları, denge ve denetleme mekanizması olarak gördükleri siyaset alanından ahlakı dışlarlar. Onlara göre devlet, çıkarların oluşturduğu denge durumunun ifadesidir. Öte yandan Kant ve onun izleri çağdaş dünyada süren John Rawls çizgisindeki liberaller ise, siyaseti ahlaki niteliğiyle ele alırlar.

 

Toplulukçu yaklaşım ise Aristoteles’in toplumsal yaşamın önem ve değerine ilişkin görüşlerini takip eder. Insanın toplumsal/siyasal bir varlık olduğu iddiasından yola çıkan toplulukçular için topluluğun anlamı, yalnızca eşit ve özgür insanların bir arada bulunuşu değil, aynı zamanda paylaşılan pratik ve anlayışlardır . Bu nedenle bireylerin eylemleri toplumsal ve ahlaki uygulamalar içerisinde bir anlam taşır

 

Adil ve Iyi Tartışması

İstisnalar olmakla birlikte, kabaca yapılan bir ayrımla, toplulukçular “iyi”, liberaller ise “adalet” kavramını kuramlarının merkezine alırlar.

 

Toplulukçuların iyinin önceliğine dair görüşlerinin temelinde Aristoteles’in düşünceleri bulunur. Aristoteles Politika adlı eserinin hemen ilk cümlesinde her devletin iyi bir amaçla kurulduğunu ifade eder (Aristoteles 2004, s. 7). Iyi, insanların elde etmek istediği ve bu isteklerine ulaşmak için de eylemlerine yol gösterici olarak aldığı ilkedir. Bu nedenle tüm topluluklar ve bu toplulukları kapsayan devlet, iyiyi amaç edinir.

Liberaller tek gerçeklik olarak bireyi kabul ederlerken, onu her türden toplumsal değerden de ayrı kurgularlar. Bu açıdan her bireyin kendi iyisini gerçekleştirmesi, ancak adil bir koşul altında olanaklıdır. Adil koşulun tek garantisi ise, devletin yansız olmasıdır. Liberal inanç ancak yansız ve bireylere eşit mesafede duran bir devletin, tüm bireyleri kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleri bağlamında özgür kılacağını ileri sürer.

 

Bu noktada katılım açısından toplulukçu gelenek içerisinde iki farklı bakış açı- sı saptanabilir. Bunlardan ilki topluluğun geleneksel değerlerinin kabulü ve benimsenmesi anlamındaki bir katılımıgösterir.Başka bir deyişle bireyin toplulukla özdeşleşmesi, aşırı bir yorumla, ayrımcı, çatışmacı ve totaliter perspektifleri de beraberinde getirebilir.

 

Toplulukçular açısından katılımın ikinci anlamıysa, klasik cumhuriyetçi argümanların izlerini taşır

 

2. Ünite - Sosyal ve Ekonomik Adalet

 

GIRIŞ

 

Adalet kavramıB.Cullen’in belirttiği gibi felsefenin en cazip ama tanımlanması en zor kavramlarından birisidir. Zira tarih boyunca çok çeşitli anlam ve görünümlere bürünmüştür.

Bazen salt bir ide, bazen tanrısal bir erdem, bazen aklın bir emri olarak karşımıza çıkmıştır. Bazen de eşitlik, özgürlük, fayda gibi ahlaki, siyasi ya da ideolojik kavramlar ve değerlerle aynı anlamda kullanılmıştır. Ayrıca adaletin öznesini de belirlemek güçtür.

Adalet, kişilerin temel haklarının korunması talebi ve mevcut koşullarda gereklerinin, sürekli olarak, ülkeler ve dünya düzeyinde gerçekleştirilmesi talebidir. Böyle belirlendiğinde adalet bir üst ilke olarak karşımıza çıkıyor. Talep ettiği şey, sosyal ve siyasal ilişkilerin düzenlenmesini belirleyen ilkeleri, her tarihsel anda mevcut koşullara insan haklarıbilgisinin ışığı altında bakarak türetmektir.

 

Genel olarak “adalet” kavramı daha çok teorik çalışmaların merkezinde yer alırken sosyal ve ekonomik adalet kavrayışı geçmişte ve günümüzde sosyal-siyasalekonomiksistemlerin, pratik sorunların merkezinde bulunmaktadır.

 

ADALET TÜRLERI

Adaletin türleri denilince akla siyasi adalet, ekonomik adalet, hukuki adalet gibi ayrımlar gelebilir. Ancak bu ayrımlar adaletin türleri değil, sadece farklı adaletin talep edildiği, arandığı farklı alanlardır. Adaletin türleri derken adaletin farklı görünümlerinden, farklı kavranışlarından söz edilmektedir. Bu bağlamda ilk ayrım Aristoteles’in yaptığıdır. Onun eşitlik kavramı ile ilişkilendirdiği dağıtıcı adalet ile hak kavramı ile ilişkilendirdiği denkleştirici adalet ayrımı kendisinden sonra gelen teorik tartışmaların temelinde bulunmaktadır. Zira klasik liberalizmin “kural adaleti” ile “hakkaniyet olarak adalet” teorisi arasındaki ayrım temelde Aristoteles’in Nikomakhos’aEtik adlı eserinde yaptığı bu ayrıma dayanır.

 

Dağıtıcı Adalet

Dağıtıcı adalet, “Bir toplumda para ve bu şekilde bölüştürülebilir nitelikteki şeylerin (şan, şeref, ünvan, servet ve ekonomik değeri haiz diğer şeyler) toplum üyeleri arasında, herkesin yeteneği ve toplum içerisindeki statüsüne uygun olarak dağıtılmasını öngören adalet türüdür”

 

 

 




 

Etiketler: SİYASET FELSEFESİ FEL304U-KISA AÖF DERS ÖZETİ - 2013 KREDİLİ SİSTEM ÇAN EĞRİSİNE UYGUN açıköğretim, aöf arasınav, aöf bütünleme, aöf ders notları, aöf ders özeti.aöf konu özeti, -